Gazze Çatışması: Liberalizm ve Reelpolitik Arasındaki Çatışmada Küresel Değişim İçin Bir Katalizör
Bir uluslararası ilişkiler öğrencisi olarak, insan davranışlarının çeşitliliğinin ortasında, genellikle birkaç temel özelliğe indirgenebilecek dikkate değer bir tekdüzelik olduğunu fark ettiğimde, ilgili teoriler beni her zaman büyülemiştir. Esasen uluslararası ilişkilerin özünde temel bir teori yatar: Anarşik bir ortamda, bir arada var olmanın hassas gidişatını nasıl yönlendiririz?
Dünya düzenimiz zaferle yükseldi (!): liberalizm, devletlerin milliyetleri veya statülerine bakılmaksızın tüm bireyler için barış ve refahı teşvik eden uluslararası bir toplum oluşturmak için işbirliği yapabileceklerine dair iyimser inanç. Koşullar ve çıkarlar ne olursa olsun hepimizin her şeyi kapsayan bir uluslararası hukukun koruması ve güvencesi altında olduğumuz inancı. Yine de bir öğrenci olarak, bu koruyucu yastık kavramı beni her zaman rahatsız etmiştir. Eğer insanlar egolarıyla boğuşuyorsa, devletlerin kişisel çıkarlarının üzerine çıkmasını nasıl bekleyebiliriz? Sonuçta, bireysel eylemlerin bir araya gelmesi kolektif davranışın temelini oluşturur, tıpkı bir nehri oluşturan damlaların bir araya gelmesi gibi.
İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtının üzerinden altı aydan fazla bir süre geçtikten sonra, birçoğumuz haber döngüsünden koptuk ve insanoğlunun doğrudan deneyimlemediği durumlara karşı duyarsızlaşma eğilimine yenik düştük. Ancak insanların fark edemediği şey, İsrail’in Gazze’deki eylemlerinin Filistin nüfusunun ötesine geçtiği; bu çatışmanın küresel yapıyı temelden yeniden şekillendirmeye hazırlandığıdır. Dünya kendisini çağdaş uluslararası ilişkilerde kritik bir kavşakta bulurken, bu çatışmanın kalbi liberal uluslararası düzenin ilkeleri ile reelpolitiğin pragmatik gerçekleri arasındaki temel gerilimi ortaya koymaktadır.
Filistin’le ilgili tartışmaların göze batan çelişkiler ve çifte standartlarla dolu olduğu aşikâr. Batı, kendisini demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün lideri olarak sunmasına rağmen, şimdi Filistin’i destekleyen öğrenci yürüyüşlerini ‘terörizmi desteklemek’ gibi şüpheli iddiaları öne sürerek eziyor. Şikâyetleri çözmek için diyaloğu teşvik ettiği iddia edilen küresel bir düzende, bireyler sadece boğucu bir işgal altındaki Filistin mücadelesi içinde Hamas saldırılarının daha geniş bağlamını kabul ettikleri için haksız bir şekilde terörist sempatizanı olarak damgalanmaktadır. Filistin’le ilgili tartışmalarda muhalif seslerin seçici bir şekilde sansürlenmesi, sadece liberal düzenin aşınmasının değil, aynı zamanda jeopolitik çıkarların ifade özgürlüğü ve insan hakları ilkelerinin önüne geçtiği reelpolitik ilkelerin benimsenmesinin de altını çizmektedir.
Liberal demokrasilerin İsrail’i uluslararası hukuk ihlallerinden sorumlu tutmadaki başarısızlığı, liberalizmin temel ilkelerinden keskin bir sapmayı vurgulamaktadır. Çok taraflılığa ve çatışmaların önlenmesine yönelik taahhütlere rağmen, İsrail’in eylemlerini ele alma konusundaki isteksizlik, jeopolitik çıkarların çoğu zaman ahlaki ve yasal zorunlulukların önüne geçtiğinin altını çizmektedir. Realist akademisyenlerin iddia ettiği gibi, uluslararası kurumlar adalet ve hesap verebilirliğin kaleleri olmaktan ziyade güçlü devletlerin gündemlerine hizmet eden araçlar haline gelmektedir. Liberal dünyanın İsrail’in ihlallerini görmezden gelerek suç ortaklığı yapması sadece liberal değerlerin güvenilirliğini zedelemekle kalmıyor, aynı zamanda Filistinlilerin hak ve kendi kaderini tayin mücadelesinde cezasızlık ve adaletsizlik döngüsünü devam ettiriyor.
İsrail’in Gazze Savaşı, mevcut düzene yönelik asıl tehdidin sistemin kendi içinden geldiğini göstermektedir. İnsancıl hukuka saygı, ifade özgürlüğü ve toplanma hakkı da dahil olmak üzere ABD liderliğindeki küresel düzenin savunduğu temel değerler artık tehdit altındadır. Bu durum ürkütücü bir soruyu gündeme getirmektedir: Eğer liberalizm ahlaki ve istikrar sağlayıcı bir yönetim biçimi sunamıyorsa, o zaman neye ya da kimin amacına hizmet ediyor?
Comments